Yazan: Nazlı Taşbaş
İnsan hayatı, bir öyküde var olan o kahramanın içsel yolculuğuyla çok benzeşir. Bu yolculuk, hem erdemli yönleriyle aydınlanan hem de karanlık köşelerde dolaşabilen bir karakterin hikâyesidir. İnsan, kendi değerleri ile yaşarken, bazen de yanıltıcı eğilimlere kapılarak doğasında var olan değerlerle çatışabilir.
Aldatma ise, bu içsel savaşın karanlık cephesini temsil ederek kendine bir yer bulur. Dürtüleri, bazen onu doğruluktan uzaklaştırabilir ve bu durum, bir ikilemin başlangıcı olabilir. Ancak, bu hikâyede kahramanın içindeki iyilik ve erdem de, ‘aldatmanın’ ardındaki gölgeleri aydınlatmaya çalışarak bu hileli yolun tam tersi olan gerçeği ve içsel güzelliği bulmak için mücadele gücü verir.
Sonuç olarak, insanın içindeki tüm unsurlar, hikâyesinin dinamiklerini yaratır. Bu yolculuk, esasında insanın kendi içsel krizleriyle yüzleşmesini, çatışmalarını anlamasını ve nihayetinde kendi doğruluğunu bulmasını anlatan destan gibi bir deneyimdir.
İşte, konu tam da aldanma ve aldatma iken geçmişe şöyle bir bakış atmamak da imkânsız doğrusu! Özellikle de, dönemine yön verecek kadar önemli tarihi manevralardan biri olan Troya Hikâyesi’ne… Aldatma konusunu sadece duygusal ilişkiler için düşünmemek gerekir; insanın olduğu her yerde rastlayabiliriz buna. Bir kaç versiyonu var bu hikâyede işte, haydi gelin bir göz atalım…
Antik çağın en ünlü ve etkileyici savaşlarından biri olan Troya, Yunan mitolojisinin zengin kumaşından aşk, ihanet, kahramanlık ve trajedi dolu bir hikâyeye ev sahipliği yapmaktadır. Homeros’un “İlliada” destanında da detaylı bir şekilde anlatılan Troya Savaşı’nın kökenleri, tanrı ve tanrıçalar arasındaki bir anlaşmazlıkla başlar.
İLK GÜZELLİK YARIŞMASI
Tüm zamanların bilinen en eski Güzellik Yarışmasıyla başlamış bu süreç. Olay odur ki; nifak tanrıçası Eris, Olympos’ta tanrıların düğününe davet edilmediği için çok sinirlenmiş ve intikam isteğiyle yanıp tutuşurken bir plan yapmış ve altından bir elma yaratmış. Elmanın üzerinde “En Güzele” (Kallisti) yazılıymış ve bu durum Hera, Athena ve Afrodit arasında ‘kimin daha güzel’ olduğuna dair bir anlaşmazlık yaratmış. Tanrı Zeus, eşi Hera’yı seçerse diğerleri kıyameti koparacağı için kimi seçeceğini bilememiş. Kendisi bu anlaşmazlığı çözemeyince kararı Çoban Paris’e bırakmış. Yakışıklı Paris ki kendisi aynı zamanda Troya kenti kralının da oğludur; tanrıçalar arasından en güzel olanı seçme görevini üstlenmiş. En güzeli seçmesi için Olympos’a çıkan Paris’e tanrıçalar büyük vaatlerde bulunmuşlar. Ana tanrıça Hera güç ve zenginlik, Athena sonsuz zeka, Afrodit ise güzelliği dillerde dolaşan Helene’yi vaat etmiş. Paris, Aphrodite’in vaadini (aslında rüşvetini) kabul etmiş ve en güzelin Aphrodite olduğunu söylemiş. Fakat bir sorun varmış; Helene evliymiş. Bu nedenle Menelaos’un eşini yani Helene’yi kaçırmak suretiyle Troya’ya götürmüş. Helene’nin Paris ile olan aşkı, güzellik tanrıçası Afrodit’in etkisi altında gerçekleşmiş ve tarihin en ünlü savaşlarından biri olan Troya Savaşı’nın fitilini ateşlemiş.
Karısı, Paris ile kaçarak Menelaus’un onurunu zedeleyince, Yunan kralı ve abisi Agamemnon, kardeşinin onurunu kurtarmak ve Helen’i geri almak amacıyla büyük bir orduyla Troya’ya saldırmaya karar vermiş. Yunan ordusu bin gemiyle, Troya şehrinin kıyılarına vardığında, uzun yıllar sürecek olan ‘Troya Savaşı’ başlamış.
Savaş, on yıl süresince çeşitli kahramanlık öyküleri, tanrıların müdahaleleri ve stratejik manevralarla dolu olmuş. Akhilleus’un öfkesi, Hektor’un cesareti, Odysseus’un kurnazlığı, tanrıların insanların kaderine etkisi gibi pek çok unsuru içinde barındıran bu savaş, antik dünyanın en epik olaylarından biri olarak tarihe geçmiş. Savaşın en ünlü anlarından biri, Troya’nın kale duvarları önünde geçen ünlü bir çatışma olan “Akhilleus ile Hektor’un Savaşı”dır ve Akhilleus’un Hektor’u öldürmesi, savaşın kırılma noktalarından biri olarak kabul edilir.
Ancak, Troya Savaşı sadece siperlerdeki çatışmalardan ibaret değildi. Savaş, tanrılar arasında da devam ediyordu. Tanrıların insanların kaderini etkilediği, onlara yardım ettiği veya zarar verdiği birçok anı içeren bu epik hikâye, insan doğasının karmaşıklığına ve hayatın kaçınılmaz trajedilerine dair derin bir bakış sunmaktadır.
Troya’nın düşüşü, Odysseus’un akıl dolu planları, hem destansı bir güce hem de insani bir zafiyete sahip olan ahiret savaşçısı Akhilleus’un sonu ve ‘Truva Atı Aldatmacası’ gibi olaylar, bu savaşın efsaneleşmesine katkıda bulunmuş. Savaşın sonunda, kentin düşüşüyle birlikte kahramanlar ve kayıplar arasında derin acılar yaşanmış. Troya harabe olmuş, kahramanlar ölmüş veya dağılmıştı.
Bu destan, sadece bir savaşın ötesinde, insanlığın doğasına, kahramanlığa, aşka ve trajediye dair evrensel temalara dokunan bir başyapıt gibidir…
Evet, özetle Troya Masalı böyle. Uğruna bin gemi çıkarılan aşk ve aldatma bardağı taşıran son damla olsa da bununla birlikte yaşanan başka onlarca olay, sadece savaş hikâyesinde kalmamıştır. Belki de bir devrin kapanmasına ve yeni bir devrin başlamasına yol açmıştır… Kim bilir kimlerin hayatı nasıl etkilendi? Yunanlar, Troyalılar ve daha fazlası…
Biz elbette bunu bilemeyiz ancak hayal edebiliriz. Tüm bunlar yaşanmasaydı ne olurdu?
TROYA BİR ALDATMAYA DAHA ŞAHİT OLUYOR
Öte yandan aradan geçen bin yıllardan sonra, Sakız Adalı Homeros’un anlatımlarını okuyan Alman tüccar Heinrich Schliemann’ın hayatı antik Troya şehrinin gerçek varlığını kanıtlamak ve gizemli hazinelerini ortaya çıkarmak için verdiği mücadeleyle dolu gibi durur ancak bu mücadele, onun kendi çıkarları ve zamanın etik değerleri arasında çelişkili bir duruma yol açar ve başka bir aldatma konusu yaşanır!
Schliemann, 19. yüzyılın sonlarına doğru antik Troya’nın izini sürmeye karar verdiğinde, Homeros’un epik destanı İlliada’daki Troya Savaşı’nın gerçek bir tarihi olaya dayandığına inanıyordu. 1870’lerde, kazılarını sürdürmek üzere Osmanlı Devleti yetkililerinden izin alarak Çanakkale’ye geldi. Ancak, bu dönemde arkeoloji ve kazı etik kuralları henüz netleşmediği için, Schliemann’ın yöntemleri günümüz standartlarına uymuyordu.
Schliemann, Troya’nın ana kalıntılarına ulaştığında, buradan çeşitli değerli eserleri toplamış ve Almanya’ya götürmüştür. Bu eserler arasında altın, gümüş gibi ve diğer değerli metal objeler de bulunmaktaydı. Hatta, büyük yapıları da taşımıştır. Schliemann’ın bu eserleri çalma ve kendi ülkesinden kaçırma yöntemleri, arkeolojik etik kurallarına uymayan bir davranış olarak değerlendirilmektedir.
Ayrıca, Schliemann’ın, Osmanlı Dönemi’nde padişah ve diğer yetkililerle yaptığı anlaşmalar, Osmanlı topraklarında yaptığı kazılar için verilen paraların bir kısmının geri getirilmediği ve Schliemann’ın bu konuda dürüst olmadığı yönündeki iddiaları da içermektedir. Schliemann’ın çeşitli taahhütleri yerine getirmemesi ve bu konuda adaletsiz davranması, o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun yetkililerini ve dönemin padişahını hayal kırıklığına uğratmıştır. Tabii, günümüz insanını da.
Ancak, Schliemann’ın çabaları sonucunda antik Troya’nın keşfi ve bu bölgede ortaya çıkan değerli eserler, arkeoloji dünyasında büyük bir öneme sahiptir. Onun çalışmaları, antik döneme ait birçok bilgiyi gün yüzüne çıkarmış ve bu alanda büyük ilerlemelere öncülük etmiştir.
Sonuç olarak, Heinrich Schliemann’ın Troya kazılarındaki başarıları ile eserlerin çalınması gibi etik dışı davranışları, onu arkeoloji dünyasının öncülerinden biri yaparken aynı zamanda da etik sorunlarla anılan bir figür yapmıştır. Bu konular, günümüzde hala tartışılan ve değerlendirilen konulardandır.
Doğal güzellikleri ve tarihiyle sevdiğimiz Çanakkale ve çevresinde yaşanan tüm bu antik hareketliliğin içindeki üç farklı aldatma hikâyesinin destansı ve mitolojik anlatımı kadar düşündürücü, ibret verici tarafları da var bana sorarsanız. TDK’de, beklenmedik bir davranışla yanıltmak, birine verilen sözü tutmamak, yalan söylemek, yanlış yapmaya yöneltmek, kandırmak, sadakatsizlik ve oyalamak gibi anlamları var ‘aldatmak’ın. Tıpkı anlatılanlarda olan gibi, sonsuz olasılık okyanusundan yapılan bu seçimler sonucunda, geçmişi, bugün bizler iyisiyle, kötüsüyle böyle ele alıyoruz. Belki tercihler farklı yapılsaydı, sonuçları da farklı olabilirdi…
Öyle ki, bireysel olarak yaptıklarımız kendi hayatımızı da, başkasınınkini de etkiliyor. Bu noktada, öylece akışa bırakıp sadece hırs ve arzunun etkisiyle davranmak yerine, insan olmanın en iyi yanlarından faydalanabilir ve aldanan ya da aldatan biri olmamayı seçebiliriz. Belki bir tanrıça ya da tanrı değilizdir, bir kentin ya da ulusun geleceği de değildir şekillendirdiğimiz ama kendi hayatımızdır yön verdiğimiz! Sizce de en önemlisi bu değil mi zaten? İçsel doğruluğumuz, yaşamın zorlukları karşısında bize rehberlik edip de problemlerle yüzleşirken ve kararlar alırken, içsel pusulanın sağlamlığını sürdürmek adına kendimize samimi olmak önemlidir. Nitelikli bir insan, hatalarıyla yüzleşen, sorumluluk alabilen ve sürekli olarak kişisel gelişimi için çaba gösterebilen ise bu kişilerden oluşan toplumun gelişmişliğini bir hayal etsenize!
Geçmiş, şimdi ve gelecek tıpkı bir lokomotif gibi birbiri ardına ilerlerken bizlerin şahit olduğu her sahnesinde küçük ya da büyük bir payımız olduğunu hatırlayalım…
Yazımı sonlandırırken Eski Yunan ve Roma Dilleri uzmanı, arkeolog-çevirmen kıymetli hocamız Azra Erhat’ın, Türk siyasetçi-dil bilimci/çevirmen Ahmet Cevat Emre’nin aktardığı bilgilerden ve İstanbul Üniversitesi ders notlarımdan faydalandığımı paylaşmak isterim. Kıymetli Azra Erhat’a, Ahmet Cevat Emre’ye ve hocalarıma en içten teşekkürlerimi sunuyorum.
*Asonans Dergi 13.sayısında yayımlanmıştır.