Onu nasıl anlatsam bilemedim; ne desem eksik kalacak sanki. Ne eklesem kalemim yetersiz bulup benimle kavga edecek gibi.
Defalarca biyografisi kaleme alınmış, hakkında birçok yazı yazılmış, belgeseli yapılmış; hayatını öğrenmeye, öğretmeye ve sanata adamış idealist bir sanatçı, neşeli bir anne, sanatla iç içe büyümüş bir kız çocuğu, fedakâr bir öğretmen, en önemlisi sevgi dolu bir kadın… Mütevazı kişiliği ile halkın sevgisini kazanmış canımız Ayla Algan’ımız o.
***
Sanatın kutsal bir yönü var. Aydınlığa ulaşmak için bedellerin ödendiği kutsal bir yol.
Sonra sanatın o iyileştirici gücü. O nedenle sanat ve sanatçılarımız iyi ki varlar. Bu kutlu yolculuğu ve başarılarla dolu ilham verici yaşam öykünüzü sizden dinlemeyi çok istedik, ne güzel yaptınız hoş geldiniz…
Hepimizin gönlünde taht kurmuş bir sanatçısınız. Hiç şüphesiz bizim ve bizden önceki jenarasyon sizi tanıyor ancak genç okuyucularımız sizi çok merak ediyor.
Gençler hiç te öyle zannettiğiniz gibi değiller gerek edebiyatta, gerek şiirde çok iyiler. Her edebiyatçının anlayamayacağı bir dilleri var. Kavramlar bizim eski eski kavramlarımız gibi değil. İnsan bilimleri, varlık bilimleri arttıkça gençler de bunların içinde büyüyor, gelişiyor ve mutluluk duyuyor. Orhan Pamuk’un lehçeye tercümesini yapan Türkolog Danuta, benim arkadaşım, dedi ki: “farkında değilsiniz, genç yazarlarınız dünyada değerli ilgi görüyorlar”. Ben de ona hak verdim.
Gelelim şimdi tiyatroya; Sinemaya göre tiyatro edebiyattan soluk aldığı için ister istemez Türk dilinin ki; Türkçe, çok fonetik olan şairin gün düşlemesi gibi tiyatroda kullanıldığı zaman bir şiir, bir resim gibi sahne içinde sabitleştiği zaman, ister istemez sanat Ontolojisine girip, Ontolojinin ona sorduğu, oyuncuya sorduğu sualleri, tüm insan varlıklarından alıntılar yapıp role girmek, karakter yaratmak dediğimiz sualler psikoteknik, psikoloji tabi ki ontoloji ve kültürler arasındaki durumlara, zamana yani orta çağa, tarihsel zamanlara, Shakespeare gibi sosyal kimliğinde sosyometriyi kullanarak piyesin, yazılı oyunun ondan istediklerini böyle hazırlar.

Artık oyuncu insan, seyirci insanla karşılaştığı zaman yazılı tekstin ötesinde bambaşka dünyalar kuruyorlar. Tüm sanatlarla oluşturduğu rolü,, ne yaptığını bilmesi için, sanat ontolojisine tiyatro ontolojisine ve insan ontolojisine fenomenlerle ayrı ayrı gözüken ama bir şeye hizmet eden rolü yaratır. Böyle olduğu zaman, çoklukta birlik, birlikte çokluk sanatlar, genetik kültürler, ben (me) ile insan varlıklarına fenomenolojiyle girmiş olur. Artık sorduğu sorular eskimiş Aristotelyen sorular değildir. İsim koyamayacağımız suallerle karşılaşıyorum.
Çok güzel bir çocukluk geçirdiniz. Şarkı söylemeyi çok sevdiğinizi biliyorum hatta utandığınız hâlde şarkınızı masa altında söylemeye devam ettiğinizi de. Peki, çocukluğunuzda unutamadığınız başka anınız var mı? Bizimle paylaşır mısınız?
Sanatla ilgili anılarım oyunculuk, şiir yazmak, şarkı söylemek, oyun kurmak gibi. Yalnızlığımı anlatan sanatı bahane eden bir kimlikti. Sanki o durum şimdiki çocuklarda da var. Dış görünümde mutlu olan çocuklar iç dünyalarına döndükleri zaman onlar da benim çocukluğum gibi yalnız, anksiyeteli, yarınlardan yoksun hissediyorlardır. Hayat boyu çok iyi hocalarım oldu ve çok iyi oyuncularla oynama şansım oldu. Ercüment Behzat Lav, ilk oyunum Jan Dark’ta enkizitörü oynuyordu. Fizikçiler oyunumda Mücap Ofluoğlu, Zihni Rona, Necdet Mahvi Ayral, 3 Fizikçi beni adeta oynatıyorlardı. Hatta sadece bana verilen ödülü onun için almak istemedim. Her aldığım ödülde; eğer müzikse, Ergüder Yoldaş’la, tiyatroysa değerli oyuncularla, Muhsin Ertuğrul, Beklan Algan gibi rejisörlerimle paylaştım.
Hazır çocukluğunuzdan bahsetmişken anne ve babanızdan bahseder misiniz? Bu kadar mükemmel yetişmenin altında hiç şüphesiz ailenin de rolü büyük olmalı.
Gelelim aileme, dediğiniz gibi annem ressamdı, babam Girit göçmeni iş adamıydı. Bizim ailede haftada bir annem bütün sanatçıları eve toplar, şair, ressam, edebiyatçı gibi. İlk çıkan uzun çalarları dinlerler, üstüne konuşurlardı. Tabi ki böyle bir ortamda olmak bir çocuk için büyük bir şanstı.
Sinema oyunculuğunu çok sevdiğinizi sık sık dile getiriyorsunuz. Oyuncu koçluğu geçmişiniz de var. Sanatın müzik de dahil olmak üzere tüm dallarına hakimsiniz ve sinema da neredeyse tüm sanat dallarının birleşimi. Sizi yönetmen koltuğunda görecek olsak ne tür bir sinema filmiyle karşımıza çıkardınız, çok merak ediyorum.
🙂 Ben de merak ediyorum. Dökümanter değil bir kere, daha insanı anlatan, toplumu anlatan, çağları inceleyen, dönem filmlerindeki ilişkileri kodlayan filmler yapmak isterdim. Şimdi ki dönem dizilerinde oba ilişkilerini getirmek isterdim. Bizim Anadolu’daki Dedem Korkut dilinin, Türkçedeki konuşma dillerinin zenginliğini ele almak isterdim.

Keşke ben oynasaydım dediğiniz bir rol var mı?
Sanat hayatım boyunca neredeyse başrollerin hamallığını yaptım. Aslında komedi de oynamak isterdim. Bazı dizilerde bu hevesimi az da olsa canlandırabildim.
Oyuncu koçluğu yaparken çeşitli psikoteknik eğitimler de almışsınız. Karakterleri çok iyi okuyabilen ve oluşturabilen biri olarak çok iyi dramaturgi bilginiz var. Senaryo yazacak olsanız karakter inşa etmek sizin için çok kolay olacaktır. Peki, yazmayı seven okurlarımız ve bizim için bu konuda ne tavsiye edersiniz? Bir karakteri kurgulamanın ve o karakterin benliğini yaratmanın püf noktaları nelerdir?
Biz buna Rol Teori diyoruz. Yani hayatta bir sürü rollere giriyoruz. Bu da Rol Teori oluyor. Anne oluyoruz, öğretmen, subay, avukat, mühendis vb. Orada nasıl role giriyorsak. Ben zaten “Yaratıcı Drama” eğitimi verirken, eğitim alan eğitmenlere öğretmeni oynuyorsanız, eşinize öğretmen gibi davranmayın diyorum, öğretmen-öğrenci gibi ilişki kurmayın evde. Aynı hayattaki gibi. İş saati başlıyor, ya da ev hayatına döndüğümüzde aynı orada olmamız gerektiği gibi olmalıyız. Hatta sınıftaki giysilerinizden eve gittiğinizde rolden soyunun ve önce giysilerden başlayın, sonra duygular gelir.
Döneme girdiğiniz zaman, Sosyolog gibi o dönemi araştırmanız gerekiyor, Hamlet, Ofelia, Rönesans gibi. Eşitlik dönemine girdiğiniz zaman, akıl çağını da felsefenize alarak bir rolün Pre-Rönesans olup olmadığına mesela; Hamlet tiratlarında hep insanı konuşur, yani kendini. Onun için biz Hamlet oyununda Ortaçağlı olduğunu değil, Pre-Rönesans tipi olduğunu söyleriz. Orada Horasio ve Hamlet arkadaş, aynı okula Vitenberg üniversitesine gittiklerini söyleyen Shakespeare, Martin Luther’in o akademide Rönesansın adımlarını öğrettiğini, derslerin onun üstüne çıktığını görürüz. Onun için Hamlet Pre-Rönesans tipidir. Çünkü Protestan dinini getiren Martin Luther’in okulundan mezundur, gibi…
Hamlet’i başarıyla sahnelediniz. Okuyucularımız da bizim gibi merak ediyordur, neden Hamlet? Bunun altında yatan ilginç bir hikâye var mıdır?
Muhsin Ertuğrul bana hep çok zor roller verdi. Biraz önce bahsettim ya, hep hamallık yaptım. Çünkü başrol demek; bütün kitabı oynamak demek. Muhsin Ertuğrul beni seçtiği için, bu rolü her erkek oyuncunun oynamak istediği bir roldür. Rumelihisarı’nda, açık havada, bu rolü oynamak bir de mikrofonsuz oynamak çok zordu. Bazen öyle bir rüzgar oluyordu ki, kadife, ağır pelerinim havalara uçuyordu.
Uluslararası şarkı yarışmalarında da sosyal ve toplumsal sorunları dile getiren şarkılarla ödüller aldınız. Bu yolda sizi zorlayan, kısıtlayan durumlarla karşılaştınız mı?
Bu şarkıları başka ülkelerde söylediğim zaman bilhassa, İtalya’da Nato mensuplarına söylerken, “Barış içinde olun, savaş yapmayın” diye anons yaptım, hatta Yunus Emre’nin diliyle “Sevelim, sevilelim” derken Yunanlı generalin eşi ayağa kalktı, bağırarak bana; “Türkiye’den bize bunu söylemeye mi geldin”? dedi. Evet madam, yanlış yere mi geldim, burası Nato değil mi? dedim, kadın sap sarı oldu.
1977 de “Polonya Sopot Uluslararası Şarkı Yarışması”nda, tüm dünya için yarışıyordum ve benim şarkımda da Amerika’nın Kızılderililer üzerine olan sözleri “Kara Kartal, babamın at koşturduğu kırlar” kısmını, “Time Suguare” diye değiştirdiler. Orayı da yağlı, “lipstick ruj ve petrol kokan bir şehir haline getirdiler” diyor şarkıda. “Times Suguare” deme, dediler, çünkü tüm dünyada yayınlanacaktı. Ben de onun yerine “Cehennem” dedim. Şarkının yarısı Fransızca, yarısı İngilizceydi. İngilizce olan Porto Riko’lular üzerineydi. (Sopot yarışmasının videosunu You Tube kanalından izleyebilirsiniz).

Yunus Emre’ye, onun felsefesine olan sevginizi ve inancınızı biliyoruz. Peki, Yunus Emre felsefesi sizin hayatınızda neyi değiştirdi?
Her seven kişi, her eşitlik isteyen kişi, her mutlu olmak isteyen kişi tasavvufu sever. Çünkü tasavvufun arkasında, Hz. Mevlana’nın felsefesini taşıyan bir bütündür. Sevgi, eşitlik, hak yememek, fakiri düşünmek gibi düşünceleri getirdi bana.
Biraz da edebiyat konuşalım; kalemine hayran olduğunuz yazarlar var mı? Mesela sizde iz bırakan bir kitap?
Şarkılı şiirlerini yaptığım tüm yazarların, sözcüklerini okurken onların gün düşlemelerine girip, çıkıp söylediğim için çok mutluyum. Orhan Pamuk’un da, gençlerin de yazdığı yazıları radyoda seslendirdim. “Benim Adım Kırmızı” yı radyofonik oyun olarak seslendirdik. Tüm şairleri, mesela; Orhan Veli, Sait Faik Abasıyanık, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Melih Cevdet Anday… O dönemin şairlerinin zorluklarına, açlığına rağmen yazdıkları şiirlerin hepsine aşığım.
Asonans Dergimizin bu sayısında özgürlük konusunu işliyoruz. Peki, Ayla Hanım sizin için özgürlük nedir? Özgür olmak neyi ifade ediyor, okuyucularımızla düşüncelerinizi paylaşır mısınız?
İnsan yaratıcı doğar, yaratma edimi insanı bütünleştirir ve mutlu kılar. Böylece insan ölümlüyken, ölümsüzlüğü; yarattığı şeylerle kendini ölümsüz kılar. Onun için geç te olsa, hep yaratıcı olun. Sizi alışkanlıklar sarmadan yaratıcı olmakta ısrar edin.
Bu hoş sohbet için size çok teşekkür ederiz. Son olarak okuyucularımıza ne söylemek istersiniz?
Okuyucuyla aramda, sevgi dolu bir köprü kurduğunuz için size çok teşekkür ederim.
*Asonans Dergi 6.sayısında yayımlanmıştır.