Yazan: Dr. Muhammet Barkım Canlıoğlu
Hepimizin çocukken sarılıp uyuduğu bir pofuduk ayısı, yanından ayırmadığı bir bebeği, elinden düşmeyen bir oyuncak arabası ya da kendine yoldaş edindiği bir çocukluk avatarı muhakkak olmuştur.
İnsanın içindeki çocuğu hiç öldürmemesi amacından ve bu amaç doğrultusunda kendi hayatında, kendi yaşam dünyasında hiç vazgeçmemesi gereken ütopyaları olması gereğinden hareketle biz de bu yazımızda büyüklere pofuduk ayı arayışında bulunacağız.
Bu yazımızda, postmodern zamanın hızlanan dünyasında eklektik yaşamın yamalı bohça tadında pofuduk ayısını irdeleyeceğiz. Belirsizlikler demeti içinde kulaç atan çağın ironist insanının nevi şahsına münhasır yol rehberi taslağı sunulmaya çalışılacaktır.
Kim? Ses! İz…
Kimliğimiz yarısı, yazılmış bir romanın devamını oluşturmak gibi yapışır üzerimize…
Kendimizi, kendimiz keşfedene kadar başka hayatların yansımalarında tanırız…
Toplumsal koşullar, ekonomik durumlar, ailesel sorunlar bizi büyütür ya da çocuklaştırır.
Sığınaklarımız, korunaklarımız bir dua da olabilir, bir şiir de, bir şarkı da, bu yolculuk da…
Dolayısıyla biz pofuduk ayımızı aynı zamanda savaş sığınağı olarak da hazır tutarız daima.
En umulmadık yerden vurulma ihtimalimize karşı en beklenmedik savunucumuzdur pofuduğumuz.
Keskin, sert, net söylemler öyle çaresiz kalır ki kendi kendimize masallar anlatırız onun eşliğinde.
Kendimizi tanırken, çevremizi belirlerken kim sorularını hep ona sorarız; çünkü o her şeyi bilir.
Ses veremese de içimizdeki seslere tanıklık yapar ki bu bile başlı başına sessiz bir yankıdır.
Kendi kendimizle yapmaya cesaret edemediğimiz monologları onun üzerinden yürütürüz
O, kendi benliğimize kendimizden giden bir samimiyet elçisidir, içten bir seslenmedir kalbimize.
Çoğu zaman, cevabını bildiğimiz sorular sorarken beklemediğimiz tepkiler alışımızadır tavrımız.
Anne baba tartışmasının ortasında kalan çocuğun kulaklarını tıkayıp şarkı söylemesidir o ayı;
çünkü pofuduk, kendi gibi pofuduk düşünce bulutlarından güç alır kendi halinde var olurken.
“Hiç büyümeyeceğim” işte diye saklanmış bir çocuğun ayak izlerine gözyaşı içinde bakıştır.
O, gözyaşı damlalarının izinden bir duygu seli, bir karakter gölü yaratmaktır bize düşen.
Hayat pahalanırken değersizleşen canlarımızla, önemsizleşen kimliklerimizle inatlaşır o.
İçimizdeki çocuğun pofuduk ayı arayışı asla bitmeyecektir; çünkü insan, sarılan hayvandır.
Ve canımız acıdığında acıtarak, ruhumuz sevindiğinde okşayarak sıktığımız tek muhatap odur.
Belki idler, egolar, süperegolar, meta anlatılar, kesin çözümler, köklü yargılar uçup gittiğinde.
Belki, çok buyurgan büyükler, talepkâr küçükler ve tavizsiz yaşıtlar çevremizden çekildiğinde.
“Kim?” diye sorduğumuzda yanımızda kalacak tek muhataptır bizim gece sarılmalık pofuduğumuz.
“Ses!” diye bağırdığımızda, yeter ki muhatabımız olsun diye haykırdığımızda, bize yankılanandır.
“İz…” bırakırken hayat; yüzümüzde, bedenimizde ve ruhumuzda sarıldığımızdır pofuduk ayı.
Belki bir not defterine karaladıklarımız, belki tüm hayatımız, belki de kesintili dağınık anılarımız…
Öz, Söz ve İz …
Bizi biz yapan tavizsiz değerlerimize öz derken, bunları anlatırken, söze çevirir ve ister istemez bu değerleri diyalog yoluyla dönüştürmeye başlarız. Sonuçta elimizde kalan uzlaşılar da iz olur.
Bir romancının çığır açacak tekniğini kendi imzası olarak bellemeye çabalarken, piyasanın ya da okuyucu kitlesinin hazır olmaması sözü, onu istemediği dönüşümlere zorlarken onda iz bırakır.
Bir sporcunun kendi içinde yaşadığı fırtınaları bedenindeki dövmelerle yansıtmasına estetik kaygılarla yaklaşan çevresinin, ona verdiği tepkiler üzerindeki dövmeden daha kalıcı izler bırakabilir mesela onda.
Bebeğini yalnız büyüten bir annenin, çocuğunu korumak için kaya kadar sağlam durması gereğinin yanında yavrusuna karşı pamuktan yumuşak sözler dökülmesinin sebebi de anneliğin kalpte bıraktığı izdir.
İşte çoğu zaman “kimsiz” olduğumuz hayatta özümüz, sözümüzü ve izimizi irdelemelerimiz sonucu edindiklerimizdir pofuduklarımız…
Yeterince köşeli, havalı, abartılı, iddialı terimlerle doldurulan beyinlerimizin birbirine sürtünen algılarının arasında kıvılcım oluşmasını önleyici bir yağdır, bir amalgamdır bir dolgudur, pofuduk ayılarımız
Kirli ellerle dokunmaya kıyamayız; ama kazayla üzerine bassak da küsmeyeceğini biliriz onların. Onlar bize ezelden dost, ebediyetten yadigarlardır. Özümüzü kendi içimizde muhafaza ettiğimizi biliriz ve hiçbir sözün onu bizden çalamayacağına inanırız. Bizde kalan özgüven işte bunun bakiyesidir.
Gözyaşlarımızla yıkadığımız, merhametimizin sıcaklığıyla kuruttuğumuz kendimizi yumuşaklığında avuttuğumuz pofuduklarımız, kimi zaman Tanrı merhametidir, kimi zaman baba ocağıdır, kimi zaman dostun dayanışmasıdır. Kimisi de sağ elini soluyla avutur, yalnızlık da onun pofuduk ayısıdır.
Hırçınlaşan hayatın söküp yırttığı uzuvlarını yamarken çoğu kez yamaları diğer ayıcıklardan çalarız farkında olmadan. Yansıtırız üzerimize yönelen sinirli ve sinsi elleri ve emelleri diğer pofudukların üzerine….
Bazı ayıların bir gözü boncuk, öbürü düğmedir… Bazılarının bir kolu yumuşak ve tüylü, kopan kollarına yama yapılan ise içi bez parçaları dolu bir çoraptır… Bizim hayallerimiz de işte böyle değiş tokuşlarla pofuduklaşır.
Bu yamalarla ayıcıklarımız değişirken biz de dönüşürüz ilk başladığımız noktadan farklı yerlere saparız ve kendimize az ya da çok yabancılaşırız ve aklımızda sorular belirmeye başlar…
Biz Kim-İz?
Bizler sadece, ayıcıklarını silah olarak kuşanıp karşı saftakilerin ayılarına pofuduklarını savuran küçük masum çocuklarız ya da belki birazcık daha büyükleriyiz. İşte hepsi bu kadar…
Kime, neyi eksikse ondan vermeye çalışan, kendisinde yoksa mahsusçuktan olanını veren, boş kaplardaki yemeklerle doyan, evsiz alanlarda evcilik oynayan o çocuklar, hâlâ her tavrımızda her hareketimizde temel motifler.
Her istediği alının zengin çocuğunun keskin emirleri de, arzularına uzak kalan hayâl tövbekarı fakir fukara küçük abilerin küskün tavırları da, birbirinden yamalanmayı, parça değiş tokuşunu bekleyen pofuduk ayılardır aslında…
Ayıları hiç kirlenmesin, hiç paslanmasın diye sokağa çıkarmayan, ortalık yere koymayan hassas ruhlu, mızıkçı görünümlü çocuklar da vardır elbet aramızda. Onlar, kendilerini kafesteki güvenliğe hapsetmiş, kendilerini tüketen dert çocuklarıdır.
Dert çocukları, hür çocuklar, lüks çocukları, havalı çocuklar… Hepimizin özünde kendi hassas benliğini koruma çabasında bir çocuk ve onun kucağındaki pofuduk ayısı var. Varoluşumuzun özündeki naiflik, varoluş biçimlerimizdeki farklılıktan çok daha baskın ve asil…
Biz, asil varoluşlu masum çocuklar olarak hayatın olgunlaşmaya zorladığı özümüzü ve bizden almaya çalıştığı pofuduk ayılarımızı kendi yaşam tecrübelerimizle besleyip büyütmeye devam edelim. Bir yanımız hep monologlara açık olsun, ne kadar zorlayıcı olsa da…
Koca Koca Pofuduk Ayılarımız
Biz büyürken ayılarımız da bizimle birlikte büyümüyor mu, büyüyor ve hatta hırçınlaşıyor elbet. Koca koca ayılarımız, parçalar kaptırıp parçalar koparıyorlar diğerlerinden. Kendi kendimize yapamadığımız diyaloglar, kendi içimizde büyümeye zorlayıp korkuttuğumuz çocuk, kendi yapamadığı büyümeleri pofuduk ayısına havale eder.
Trafik canavarları, spor holiganları, sokak kabadayıları mahalle serserileri hep içindeki çocukluğu kendine kambur edinmiş pofuduk ayıları tarafından ezilmiş ve bu ezikliğin intikamını arayan mağdurlardır.
Sonuç: “İnsanı Anlamakla meşgulüz üstelik görünürde hiç ipucu da yok”[1]
Çocukluğumuzla vedalaşmak zorunda değiliz. Çocukluk döneminin masumiyetiyle de…
Olgunluk denen zırvadan çok daha derin hümanizmi, yere düşen bebeğinin başını okşayan küçük annelerde, oyuncak arabasının kırılan kapısını babasının arabasının tamircisine gösteren küçük abilerde görürüz. Onlar daima borçlu kalırlar aslında alacaklısı oldukları dünyaya.
Kendi çocukluklarımıza, kendi masumiyetimize dönüşümüz bize çok şey katacaktır. İçimize tıkılmak istenen kurgulardan öte, içinden geçerek büyüdüğümüz gerçek yazgıları benimsemek; kendimizi tanımakta, çevremizi anlamlandırmakta çok daha faydalı olur.
Pasif seyirci, göstermelik, kağıt üstünde teorik sağduyunun yerine; haykıran, bağıran, hislenen, tepki koyan, diş gösteren, hakiki bir insaniyeti buluruz çocukluğumuzda.
[1] Güven Adıgüzel’in Sınavda Çıkmayacak Sorular şiirinden alıntıdır.